ayata @ birecikinsesigazetesi.com.tr


Reklam Alanı

MÜSLÜM YÜKSEKYUVANIN ANILARI

BEYHAN-1
1976 yılı yazında, Diyarbakır Eğitim Enstitüsü Türkçe bölümünü bitirdim. Beyhan kasabası ilk atandığım yer. 1976 yılının Ağustosu’nda Ankara'da kura çektik. Büyük bir salonu binlerce öğretmen adayı doldurmuştu. Eski usulle yapılan atama ile genişçe bir salonda kura çektik. Sigara biçiminde sarılmış kağıtları genişçe bir kabın içinden alıyor görevliye veriyorduk. İsmimiz okunarak atandığımız yer, salona duyuruluyor ve daktilo ile hemen listeler hazırlanıyordu. O yıl Doğu ve Güneydoğu’nun 15 ilindeki köy ve kasabalara atanıyorduk. Benim çektiğim kağıtta : Elazığ ili Palu ilçesi Beyhan kasabası yazılı idi.
4 Ağustos günü Yapılan bu atamayla görev yerim Elazığ’a geldim. İl Milli Eğitim Müdürlüğü'ne gittim. O gün İl Milli Eğitim Müdürü olarak görev yapan Tahir Şaşmaz, daha sonraları 6. ve 8. dönem Elazığ ili milletvekilliği yapmış, ‘’Kurtlar Vadisi’’ serisindeki Polat Alemdar’ın amcası… Tipimi beğenmemiş olmalı ki, ilk uyarıyı yaptı: ’’ Beyhan Kasabası güzel bir yerdir. Maneviyatı yüksek bir yerdir, dikkatli ol, gözüm üzerinde!’’ deyip beni uyardı. Saçım uzundu. Üst dudağımı örten aşağı sarkık bıyıklarım ve kulak çizgisinden aşağıya kadar uzanan favorilerim vardı.
Gerçekten Beyhan kasabası güzel ağaçlık bir yer. Evler ağaçlar arasında kaybolmuş iki katlı taştan yapılı evlerdi. Pencereleri küçük, birbirini görmeyen evlere bu evlere ulaşmak için derelerden, köprülerden geçiyorduk. Tarım ve hayvancılıkla uğraşılan bu yerde çok güzel tütün yetiştiriliyor ve işleniyordu. Ceviz ve dut ağaçları boldu. Dut pestilini ilk burada yemiştim. Beyhan’a ulaşmak için Elazığ'dan sabah erken saatlerinde trene binilir, Kara trenle 3 saat sürüyordu. Eğer Haydarpaşa Van Express ’ne yetişebilirsek bir buçuk saat sürüyordu. Palu'ya kadar yol iyiydi. Karayolu da çalışıyordu. Fakat kış koşullarında Palu-Beyhan arasını, onlarca tünelden geçilerek ancak trenle gitmek mümkündü. Beyhan'a vardığınızda geniş bir düzlük ve sizi bir tren istasyonu karşılıyordu. Sağlık Ocağı ve lojmanları var, çarşı yoktu. Bu 3.000 nüfuslu 4 mahalleden oluşan kasabada elektrik olmadığı gibi fırın ve lokanta da yoktu. Evlerin bir odası dükkâna dönüştürülmüş, yola bakan tarafında pencere, demir cağla korunaklı, oda kapısına benzeyen bir giriş kapısı vardı. Kasabalının ihtiyaçlarını karşılayan bu küçük dükkanlardan alışveriş yapıyorduk.
Ağaçlar arasında küçük bir karakol ve on bir kişiden oluşan bir askeri birlik vardı. Hiç ama hiç unutamayacağım, emekliliği yaklaşmış bir komutanı vardı. Adı: Abdulkadir Hacıbalgil… İyi bir insandı. Beni dostça uyardı. ‘’Emekliliğime 6 ay kaldı. Buraya geldiğimde borçluydum ama şimdi çok rahatım. Eşimi ve çocuklarımı getirmedim. Çünkü kalacak bir düzgün ev lojman yok. Çocuklarım da lisede okuyorlar. Sen ve arkadaşların,ihtiyaçlarınız olduğunda çekinmeden bana gelebilirsiniz.’’ Demişti. Sonraları Palu’dan askerler için iki günde bir gelen ekmek ve gazeteleri getirtmeye başladı.
Okulda dört öğretmen arkadaştık. Biri, Fen Bilgisi öğretmeni (Fuat Alparslan- Sakarya),diğeri Sosyal Bilgiler öğretmeni(Vasfi Gülcü-Elazığ), öbürü 20 yıllık İngilizce öğretmeni (Ömer Bozkurt-Erzincan) Buraya ilden sürgün yemiş, üç çocuklu…Biri de ben…
Eski, kırık dökük ağa konağından, ayakta kalmış tek odadan oluşan bir evde üç bekar öğretmen olarak kalıyorduk. Alt ahırı tuvalet olarak kullanıyor, çeşmeden eve su taşıyorduk. Ev sahibimiz eskiden Tehcir yasası ile Antalya’ya sürgün edilmiş Hüseyin Ağa’nın oğlu İsmail Ateş. Yaşlı annesi ve kardeşi bizleri hiç yalnız bırakmıyor, sık sık yemek getiriyordu. Sonraları bu geniş mekan bizi ziyarete gelenlerle Köy Odası’na dönüştü. (Devam Edecek)