ayata @ birecikinsesigazetesi.com.tr


Reklam Alanı

İşim gereği ''Keriz köyü''ne gitmiştim. O zamanlar Nizip'in solak bir noktasında, dere köylerine inen yol üzerinde, kıraç bir alana kurulmuş, dağlık sayılabilecek bir köydü. 2001 yılında Birecik Barajı'nın su tutması ve aynı zamanda Zeugma Antik Kenti'nin yakınında olmasından dolayı konumu değişti, asfalt yol yapıldı, ismi daha çok duyuldu, tabii ki devletteki resmi adı Keriz köyü değildi Samandöken köyü idi.
İşim bitti, köy odasında çay içiyoruz, sohbet arasında Birecikli olduğumu örgendiler içlerinden Kara Hasan:
--Yav Ali usta, sen Bereciklimişsin de, bizim köyde senin bir hemşerin var.
--Hakkaten mi Hasan, sizin köyde bizim hemşerinin ne işi var.
--İnanmaysan aha çağırsınlar.
Hemen bir genci gönderdi, birkaç dakika sonra o genç, kolunda yaşı yetmişi geçmiş, iki gözü kör biriyle kapıdan içeri girdi.
--Selamın aleyküm.
--Aleyküm selam, İbraam.
Adının İbrahim olduğunu selamlaşma sırasında öğrendik, selamlaşmanın sonunu bekledim en son karşılığı ben verdim:
--Aleyküm selam İbraam akey.
Birecik şivesinden hiç sapmadan selamını aldım, daha ayaktaydı, yönünü bana doğru döndü, yüzü gülüyor, gözlerinin içi gülüyordu. Kör bir insanın gözlerinin içi gülermiş mi, gülermiş, hem de nasıl, o görmeyen gözlerinden ışıklar saçarak... Ayakta karşıladım, sarıldık, sanki Kör İbraam'ın kırk yıllık arkadaşıydım. On-on beş dakikada kalkıp gitmek niyetindeydim ama gidemedim bir saatten fazla kaldım, Kör İbraam'dan özür dileyerek izin istedim ve ayrıldım.
Keriz köyünden sonra da üç-beş köy daha vardı. Yolum her o tarafa düştüğünde Kör İbraam'ın evine gittim bol bol sohbet ettik ve tabii ki sordum:
--Yav İbraam akey Berecik nere, Keriz köyü nere...
Zaten yüreği şişkin olan İbraam başladı anlatmaya:
--Kırk seneyi çok geçti, aynatsam inanır mısın, bilmeyim Ali akey. Askerliğimi yeni yapmıştım, evimiz kayalar altındaydı, üstümüz Arap Mahlesi, kendircilik yapıydım. Boş bir günümüzde arhadaşlarımızla bırabar kışlaya gettik, Dörtgöz'ün orda oturduk, yarenlik ettik, muhabbet ettik, sorna ne oldusa -şeytana kef gerek-, arkadaşım Memey'le dögüşmeye başladık. Canım incidi, cebimde küçük bir elma pıçağı var, nasıl çıhardımsa Memey'in karnına sapladım. "Aaaah öldüm" diye gendi gendinin yüzün kuylu yere bıraktı. Korhmuştum, kaça kaça ta iskeleye ulaştım. Bir kayık hazırdı, ben de binince hemen sırığı vurup karşıya geçtiler, o zaman köprü daha yapılmamıştı.
Konuşmaya ara verdi, çaylarımız tazeledik, soluklanıp tekrara anlatmaya başladı:
--Evimizin üstünde binlerce kelaynegin yuvası, konşularımızdan iki evden biri kuşçu, tepemizde kafla kafla uçarlar. Konşularımız Tıshalı Şerif, Kendirci İzzet, Çakkalo, Bozan Çavuş, Necip Çavuş, Cingen Ali herkes birbirinden dost ahbap. Üleyinden sorna oldu mu avratlar kapıların öğüne birer çul serer, laklakı ederler. Aaaah aaah işte, dürttüğümüz bir pıçak bizi melmeketimzden etti.
Neyse, kayıktan indim mezarlığın orda bir kamyona bindim, Nizip'e geldim, başka da binecek bir şey yoktu ki... Nizip'te indim, ne yapacağımı bilmeyim. Aklıma bu köydeki babamın bir dostu geldi, birkaç saatte yeriyip geldim babamın dostunu buldum. "Aha bele bele oldu, elimden bir kaza çıktı bir adam öldürdüm." dedim.
--Sen kimseye bir şey söleme, kalabildiğin kedek kal, dedi.
İşte ele başladı, yedi sekiz ay sorna babamın dostu dedi, "Gel seni burdan everek.". Karşı çıhmadım, iki odalı bir ev verdiler, üç beş koyun, bir küçük tarla evlendik. Korhuyum, köyden bir yere kımıldanamayım, çoluk çocuh da oldu, on on iki sene geçti. Berecik'in Köprüsü de yapılmıştı, tanınmayım diye iki ay sekel uzattım, Berecik'e gettim, kendircilerin oturduğu kahveye gettim, orada oturan birine o pıçahladığım şahsı asker arhadaşım diye sordum:
--Hee o mu?
--Evlendi, kendirçiligi bırahtı, çarşı başında Mıstık Mehamed'in masmanasında çalışıy.--Yav ben onu ölmüş belleydim...
--Ne ölmesi, akem kimin üç tene de oğlu oldu...
Seviniyim mi, üzülüyüm mü şaşırdım. Sora soruştura tam aynadım ki ben pıçakladığımda sadece karnı hefif çizilmiş. Evimize gettim, anam da babam da ölmüşler. Geri döndüm bu köye, arada bir Berecik'e gedip bir görüp geliydim. Kırhından sorna gözüme kara su indi, ikisi birden kör oldu, bir daha Berecik'e getmedim, çoluh çocuh böyüdü, dünyamızı burada bitirdik.
Bir cıgara yahtı, derin bir nefes çekti. Ben sordum:
--İbraam akey; eyisin, hoşsun da niye aklın hep Berecik'te?
--Ali yeğenim,o dostluklar, o konşuluklar unutulur mu, Dörtgöz'ün suyundan içip, Şıh Hasan bahçalarının hesını yirsen, ananın yoğurduğu mercimekli küfteyi unutur musun, yazın günü yıldızlara baha baha tahtta yatmanın dadını unutur musun... Daha neler neler var ki Berecik'i unutmamaya sebep... Burada öleceğim mezarımı yüksek bir yere, Mırad'ı görecek bir yere yapmalarını isteyeceğim.--Allah, gecinden versin İbraam akey...
--Nasılsa ölmeyecek miyik?
Epeyce uzun süre görüştük, sonra işlim gereği dışarı gittim birkaç yıl ara açıldı, geri döndüğümde sordum, öldü dediler. Köye gittim, hakketen mezarını Fırat'ı görecek bir yere yapmışlardı...
Bir Fatiha okudum, Birecik hasretiyle ölen hemşerime. Yerin cennet olsun Kör İbraam...